SUSKUN

Alaattin Özmen öğretmenden okunası bir öykü

KÜLTÜR&SANAT - 2016-03-06 23:14:44

SUSKUN ( Öykü )

Torosların eteğinde, yıldızı bol, gecesi uzun, Akdeniz'e uzaktan bakan, yalnız bir köy sessizliğinde tan vaktinin karanlığını yırtan, dünyada duyduğu en kutlu ses, anasının  çığlıkları ile açmıştı gözlerini yaşama. Yaşamında özgür olarak çıkarmış olacağı ilk ve tek ses olan; ağıdının sesleriyle de o susturdu anasının çığlıklarını. Ana - kız, sessiz gecenin sabahında, kutsalı özgürlükle örtüştürdüler böylece.Uzun zamandır yatalak olan, gün görmüş, Mazbut adlı ninesinin, iki yıldır kalkamadığı yatağından feryat ve ilenç karışımı:

- Yazgısını adına mı yazacaksınız !!!!

İtirazına rağmen;  kulaklarına okunan ilahi kelam sonrası dedesi koydu, yazgısın önsözü olan adını : SUSKUN .

 

Başlamıştı ya serüven, yaşamamazlık olmazdı. Yaşandı kısa bir film gibi yarıda kesilene kadar. Köyünde büyüdü, okula gidene kadar da dünyanın büyüklüğünü köyünün büyüklüğünce diye algıladı hep. Yöresinin çocuk oyunlarını oynadı, yerel ağızlı Türkçesini konuştu. Okula başlayacağı  yıl, babası ve amcasının, "okuduğu kitaplar yasaklı, gazete sakıncalıymış" diyen muhtarın ağzıyla  sokur sokur sürekli söylendikleri, yeni bir öğretmen gelmişti köye. Suskun, geniş aile avlusundan tek sınıflı küçük ilkokula başladığında çıktı ilk kez; geniş ufukla bakmadan algılanamayacak dünyaya. Okudukları gibi kendine de sakıncalı damgası vurulmuş, Sıdıka öğretmen açmıştı o kapıyı Suskun'a.

 

Eski bir gazeteciydi aslında bu yeni ve farklı öğretmen. Gazetenin bir soruşturma sonrası kapatılmasının ardından, nüfuzu  geniş bir albay akrabası sayesinde yırtmıştı paçayı bu soruşturmadan. Gene o akrabanın  yardımıyla başlamıştı öğretmenliğe.

Ve zaman zaman uzaklara bakıp:

- Ben değil de; arkası olmayan, albay akrabası olmayan birisi olsaydı bu soruşturmada suçlanan, ne olurdu acaba onun yaşamı, sonu ? diye düşünmeden de edemiyordu temiz vicdanında insan sevgisi, adalet duygusu dolu  Sıdıka öğretmen. O vicdanıydı, gazete kapanıp işsiz kaldığında ona gene yeni idealler aşılayan.

 

Her sabah  koşa koşa geldiği okulu onun için; yaşadığı geniş aile avlusundaki kısır döngülerden bir kaçış, bir ufuk turu, beyin ve ruh terapisi oluyordu . Okulun tatil olmasını  hiç istemiyordu bu yüzden. Cumartesi ve pazar günlerini takvimlerden yırtıp atmak istiyordu. Çocukluk döneminin, anlara ve anlık mutluluklara odaklı yaşama döneminde; Sıdıka öğretmenin rehberliğinde sevdiği ilkokul dönemini dolu dolu, mutlu yaşadı böylece.

Aynı zamanda derinden derine bir yaşam algısı oluştu içinde. Öğretmeninin kendi yaşam algısından tüm öğrencilerine bulaştırdığı; sevgiyle örgülü bir dünya için çabalamak, o dünyada "bir ağaç gibi tek ve hür,  bir orman gibi kardeşçesine yaşamak" bu algının temeliydi. Torosların efsanesi ve güzel olan her şeye aşık  Karacaoğlan'ın, o dağların güney ardındaki ovalarda sevgiyi arayan derviş Yunus'un, koca yürekli Pir Sultan Abdal'ın bu coğrafyaya mirası olan dünya görüşüydü bu.

Suskun, yaşamında tek şansının, Sıdıka öğretmenin öğrencisi olmak olacağını nereden bilebilirdi ?

 

Zaman taşranın mistik durağanlığının, olağan yaşam ritüelleriyle hızla akarken beş koca yıl olmuştu Sıdıka öğretmen köye geleli. Bu süreçte çok katı, değişmez denen  taşra önyargısını sevgiyle ve anlayışla, sabrederek yenen bu öğretmen, diğer çocukları gibi Suskun'un da ilkokulu bitirince eğitimine devamı için onun ailesini de ikna etti. Suskun köylerine yakın bir ilçede yatılı olarak okudu ortaokul ve liseyi. Yıllar geçmiş, görece bir özgürlük havası yaratmak için, basın yayın üzerinde  baskı azaltılmış, ceza kanunundaki kimi maddeler kaldırılmıştı bu sırada. Sıdıka öğretmenin gazetesi yeniden açılmış fakat eski dostlarının bütün ısrarlarına rağmen o;  ruhuna en uygun ve güzeli yaratı çabası olan öğretmenliği bırakmamıştı. Suskun da bir yandan  üniversitede antropoloji okumakta bir yandan da öğretmeninin gazetesinde, öğretmeninin eski arkadaşlarından ricası ve isteği ile gecekondu mahallelerinin haberlerini yapmaktadır. Mavi Akdeniz'e artık Toros dağlarının eteklerinden, uzaktan bakmayıp, kıyısında ılık sularına dokunmaktadır elleriyle, yüreğiyle.

 

Suskun bu görev sırasında gecekondu  mahallelerinin töresel baskı ortamının, köydeki baskıdan farklı olmadığını  gözlemlemişti . Hatta bu baskı, derin bir güvensizlik kokan şehir yalnızlığı ve karmaşasında daha  da ağır hissedilmektedir. İnsanların ruh sağlıklarını daha derin bozmaktadır gecekondunun  yaşam koşulları. Bunu ilk yaptığı incelemelerde anlamıştı Suskun. Ve öğretmeninden kaptığı bulaşıcı güzellik olan; toplumcu düşünce gereğince, gecekondu muhabirliği olarak çizmişti gazetecilik hedefini. Taşradan gelmişti, taşradan gelenlerin sorunlarını duyurarak,  kenti ve dokusunu da etkileyen bu sorunların çözümüne katkı yapmaktı ideali. Mazbut ninesinin ölmeden önce, Suskun üniversite birinci sınıfa başlamak üzereyken, kulağına fısıldadığı sözü de vasiyet bilerek.

 

Son sınıfa kadar bu vasiyetin ve öğretmeninin kendine öğrettiklerinin verdiği coşkuyla koşturdu Suskun. Çalışkanlığı, dürüstlüğü ve toplumcu gerçekliğe koşulsuz adanmıslığı ile gazetede etkisi iyice güçlenmişti  artık. Yalnızköy'de göreve başlayan Sıdıka öğretmen ise Yalnızköy'de  emekli olmuş, hiç evlenmemiş bir tekbaşınalıkla,  dinginliği yaşamaktaydı gene bu köyde.

Gecenin hunharlığından habersiz, sular aynı akarken Toros derelerinde; bulutlarda başka bir karanlık, havada ayrı bir ağırlık vardı . Dağlar  zelzele geçirir gibi kabına sığmamaktaydı...

Suskun, böyle bir gecede dönüyordu gecekondu mahallesindeki  yaptığı  röportajdan. Parasızlıktan değil, yüreği halkıyla çarpışından dolayı  binmişti toplu taşıma aracına bu kara gecede ve tek başına kalakalmıştı karşı cinsleriyle.

En özgür ses olarak çıkarmış olduğu  doğum ağıdının seslerine benzemiyordu gecenin karanlığında kaybolan sesler. Bu hunharlığa tek tanık olan  gökte karanlığa saplı yıldızlar ve Akdeniz'in ılık mavi suları; kopup gelemediler, akıp gelemediler, insanın insana en büyük caniliğine engel olmak için. Gecenin kanı dondu.

 

Acı haber tez duyuldu Yalnızköy'e. Suskun' un cansız bedeni iki gün sonra getirilebildi  köyüne. Daha onun cenazesi gelmeden Sıdıka öğretmen de vermişti son nefesini. "öğrencanından" ayrılmak istemezcesine. Bildik merasimleri  yaptılar, uzun selvilerle çevrili avluda köyün kadınları. Uzun örgülü saçlarını çözdüler ikisinin de tek tek ve; yudular köyünün pınarlarından  sularla, öğretmeniyle birlikte Suskun'u.

Daha evlenip yuvasında, işyerinde, toplumsal yaşamdaki çabalarında  başka baskı  duvarlarına çarpmadan göçüp gitti dünyadan.

Yamaçtaki köy mezarlığında, bir karayazgının kuşaklar boyu aktarım simgesi gibi; Mazbut ninesi, Sıdıka öğretmen ve Suskun yan yana yatıp izliyorlar şimdi derin, mavi sularıyla Akdeniz'i.

Suskun'un çantasında, ninesinin ölmeden önce ona fısıldadığı söz yazılı olan bir not çıkmıştı cansız bedenini bulduklarında. Bir çınar gibi uzunca mezar taşına, kısacık o not yazıldı :

"Önce yüreğindeki dağları, taşları aş .."

A.ÖZMEN .

 

Öykü Öğretmen Dünyası Dergisinin 435. sayısında yayınlanmıştır.

 

 

 

 

 

Günün Diğer Haberleri